SON DAKİKA
Hava Durumu

Sıra dışı Bir Gezginin Hikayesi

Yazının Giriş Tarihi: 13.03.2017 21:07
Bugün size Türkiye’nin yedi bölgesini yürüyerek gezmiş; bu sıra dışı eylemine rağmen medyada kendisine pek yer verilmemiş bir tanıdığımdan, Muammer Özdayıoğlu’ndan söz edeceğim. Kimileri ona “Modern Evliya Çelebi” ve sâir iyi ve hatta kötü yakıştırmalar yapsa da o kendine “Gezgin Çingene” demekte idi.
Çalışma hayatı boyunca İstanbul’un stresli iş ortamında elli iki yaşına kadar çalışmış Muammer Bey. Hemen her sıradan memur gibi tükenme noktasına geldiği; rutinin pençesinde kıvrandığı bir sırada, 1995 yılı başlarında  emekli olmuş.
Onu evde torun bakan; kahvelerde pinekleyen; ya da hacca gidip, dönüşte ömrünün kalanında  kendini mahalle camisine kapatan sıradan bir emekliden ayıran şey tam da bu noktada başlamış.
Şöyle ki;  çılgınca bir çıkışla kendini İstanbul’dan atmaya; eşine ve artık yetişkin olan iki çocuğuna “bana müsaade” demeye karar vermiş. Bir komutan gibi emir vermeye alışmış olan hanımı boşamak zorunda kalmış. Çocuklar daha anlayışlı çıkarak “Güle güle baba! Keyfine Bak!” demişler.
Böylece bizim Muammer’in memleket yürüyüşü başlamış.  Güzelim memleketin baştan başa her köşesini yürüyerek, ayakları yere değerek gezmek hedefi ile yola çıkmış ve o başlangıcın üzerinden neredeyse yirmi yıl geçti. Ancak Muammer hâlâ yollarda…
           
Şimdi bizim gezginin 26 Mayıs 1999 Çarşamba Günü Çanakkale’den yola çıkış günlüğünü okuyalım:
“Sabahın erken saatlerinde Çanakkale merkezde kaldığım oteli terk ederek, yolculuğumda gerekli yiyecekleri satın alıp çantama yerleştiriyorum. 
 Belki kimilerine göre çılgınca gelebilir ama ben buradan başlayarak Ege sahili boyunca, Antalya’ya kadar yürümeyi amaçlıyorum. Bu yürüyüş tahmini olarak bin kilometre olacak. İşte gerçek serüvenim şimdi başlıyor.
Ülkemin kentlerini, ilçelerini, köylerini gezip öğrenmek ve insanlarını tanımak istiyorum.
            Bu kararla, kentten ayrılarak Troia yönünde yürümeye başlıyorum. Nelerle karşılaşabileceğimin merakı ve mutlu heyecanı içindeyim.  
            Yürürken kendimce denemeler yapıyorum. Bir bakıma test gibi bir şey. Kırk beş dakikada üç kilometre yürüyor, on beş dakika dinleniyorum. Kendimi aşırı yormak veya kimseyle yarışmak gibi bir niyetim yok
            ‘Artık iş yaşamım sona erdi, emekli oldum, her şey bitti’ gibi düşünceler içinde olmayı hiç istemiyorum. Hele hele kahvehane köşelerinde pinekleyerek zamanı boşa harcamak, adeta ölümü beklemek, kesinlikle benim harcım değil. Zamanı faydalı kullanmak, bilgilenmek, gezerek ve görerek öğrenmek istiyorum ve yaptığımın da bilgilenmenin en kesin yolu olduğunu düşünüyorum.
            Koyduğum bazı ilkelere uyacağım. Örneğin; hiç yürünemeyecek gibi bir yolda otostop yapacağım, zorunlu olmadıkça otel-motel gibi yerlerde kalmayacağım. Bu nedenle, yerleşimlere birkaç kilometre kala, doğada geceyi geçirebileceğim güvenli yerler bulmam gerekiyor. Lokantalarda yemek yemeyeceğim. Sırt çantamda kamp tipi kartuşlu minik bir ocak, zeytin, peynir, bal, konserve balık, bir fincanlık hazır çorba, poşet çay, neskafe ve şeker taşıyorum. Ayrıca tişört, çamaşır, çorap, gerekli ilaçlar, iğne iplik, küçük bir ayna ve makas bulunuyor. Yere serip üzerine yattığım mat ve uyku tulumu da var. Bel çantamda kimliğim, sağlık karnem, harita, pusula, not defteri, birkaç kalem, ayrıca fotoğraf makinesi, kasetçalar ve cep telefonu bulunuyor. Elimde taşıdığım pazar zembilinde, su şişesi, ekmek, bıçak, domates, biber, salatalık, kağıt peçete ve günlük tuttuğum defterim var. Yani neredeyse yürüyen bir ev gibiyim. Tedbirli olmayı severim. Yollarda aniden neye gereksinme duyacağımı bilemem ki...
            Ama şu halimi düşündükçe de kendime gülmeden edemiyorum. Sanki ‘çingene gezginler’ gibiyim. Evet evet, tam da bana uygun bir benzetme oldu bu. Bundan böyle kendimi bu sıfatla özdeşleştirebilirim.
            Troia yolundaki köylerden geçerken, çoğunda var olan kahvehaneler, en sevdiğim dinlence yerlerim oluyor. Bence insanımı tanımanın en doğru mekanları bunlar. Önce kılığıma aldanan kişiler, Türk olduğumu öğrenince, rahatlayıp gülümsüyorlar ve ardından koyu bir sohbet başlıyor.
Ismarladıkları çayı içerken, yöre ve yaşayanları hakkında anlattıklarını dinleyerek bilgileniyor, notlar alıyor, fotoğraf çekiyorum.
            Otuz dört kilometrelik yürüyüş sonunda antik kent Troia’ya geliyorum. Bir milyon TL giriş bedeli ödeyip içeri girdikten sonra, düşlerim başlıyor. Tarihi bir yapıtı izlediğimde veya böyle antik kentleri gezdiğimde düşlere dalar giderim. Düşlerimden kurtulup, öğrendiğim bilgileri defterime kaydettikten sonra, biraz da verdiğim giriş ücretine acıyarak, minibüsle anayola çıkıp yürümeye devam ediyorum.
            Yaya bir gezginin en önem vermesi gereken organı ayaklarıdır. Bu nedenle onlara çok iyi bakmalıyım. İlk koşul, sağlam ve rahat bir ayakkabı tabii ki. Benimkiler bir buçuk santim kalınlığında poliürotan tabanlı ve bantlı sandalet. Asfaltın kenar kısımları, keskin kenarlı ve gevşek yayılmış çakıl döşeli. Bunlar, yürürken tabanlarımı oldukça rahatsız ediyor. Ayaklarımı geniş lastikli bandajla sardığım halde, otuz kilometreden sonra tabanlarım su topluyor. Böyle olunca, onları patlatıp, üzerine pamuk koyarak yeniden sarıyor, yoluma devam ediyorum.
Günde, ortalama yirmi beş veya otuz kilometre yürüyorum. Bu rakam, o günkü güç sınırıma ve yol durumuna göre değişiyor. Önemli olan güven içinde yürümek. Bunun için yolun sol kenarını kullanıyorum. Böylece karşıdan gelen araçları görerek yürüyorum. Sırtımda çantam ve rahat kılığımı görenler, beni yabancı bir turist sanarak ‘Hello’ diye selamlıyorlar. Önceleri bunu gülerek karşılıyordum. Sonra sinir olmaya başladım. Ama artık umursamıyorum. İnsanlar bu şekilde gezen bir Türk görmedikleri için aldanabiliyorlar. Keşke benim gibi ülkesini gezmeye hevesli arkadaşlara rastlayabilsem, ama henüz karşılaşmadım. İnsanlara Türk olduğumu söylediğimde, yüzlerinde beliren o şaşkın ifade beni çok eğlendiriyor doğrusu.
Geyikli, yolumun üzerinde rastladığım küçük ve şirin bir belde. Buradan kuzeye doğru devam edince, asırlık çam ağaçları ve sık bitki örtüsü arasından geçen yoldan Kumburun’a gidiliyormuş. Henüz çok az kimsenin keşfedebildiği sahilini, koylarını, mavi denizini ve balığını övdüler. Gecelemek için motel, lokanta gibi tesisler de bulunuyormuş, ama ben güneye doğru gitmek istediğim için, burayı görmeyi başka bir zamana bırakarak yoluma devam ediyorum. Geyikli’den güneye yürüyerek Dalyan köyüne geliyorum. Kumsalı denize girmeye uygun. Soyunup atıyorum kendimi serin sulara. Akşam yemeğinden sonra da erkenden yatıyorum”.
           
            Böylece 26 Mayıs’ta büyük yürüyüşüne başlayan gezginimiz yazın sonuna doğru Antalya’da olmayı hayal etse de, acele etmediği ve yolun keyfini çıkardığı için Eylül sonlarında Muğla’nın Ortaca ilçesinde durmak zorunda kalmış. O ilk senede toplam altı yüz altmış beş kilometre yol tepmiş ki, bu sadece başlangıçtır. Sırada ertesi bahar Akdeniz’i boydan boya kat etmek var daha. Onu da gerçekleştirmiş ve daha nice bölge ve yöreyi karış karış dolaşmış.
Boşuna “azim ve inancın önünde hiçbir engel duramaz” dememişler.
Ne mutlu azimle ve inançla yürüyene!
Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.