SON DAKİKA
Hava Durumu

Paris’te İlk Teravih Namazı

Yazının Giriş Tarihi: 19.06.2017 22:24
Allah’a şükürler olsun ki, günümüzde Batı Avrupa’nın hemen her yerinde Müslüman ahali yaşamaktadır. Hâl böyle olunca Cumaların, Ramazan oruçlarının, teravih namazlarının ve sair bütün dini ibadetlerin bir cemaat ruhu ile edası mümkündür.
Ancak bundan iki yüz – üç yüz yıl önce durum böyle değildi. Yani Batı Avrupa’nın başkentlerinde ve diğer şehirlerinde Müslüman cemaatler yoktu henüz. Paris de o şehirlerden biri idi.
Ancak yine de Paris’te Müslüman ahali olmadığı halde bundan yaklaşık üç yüz yıl önce bir Ramazan boyunca teravih namazları aksatılmadan kılınmıştı. Bu yazımızda o Ramazan’ın öyküsünü anlatacağım:
Bilindiği üzere, bugünlerde Hicri 1438 senesinin mübarek Ramazan ayını idrak etmeye çalışıyoruz. Anlatacağım olay ise Hicri 1133 senesinin Ramazan ayında geçiyor. Bu Hicri senenin günümüzdeki karşılığı 1721 yılıdır. O yılın 26 Haziran’ında başlayan Ramazan Temmuz 25’e kadar sürmüştü.
 
Evet değerli dostlar,
Günümüzden 296 yıl önce hem de hiçbir yerleşik Müslüman ahalisi bulunmayan Paris şehrinin ortasındaki büyük bir konakta iftarlar açılıyor;  teravih namazları kılınıyordu. Parisliler bu İslam ibadetlerini gözlemlemek için günler öncesinden araya ricacılar koyuyor ve ancak sonra emellerine kavuşabiliyorlardı ve yüzlerce Hıristiyanın şaşkın bakışları karşısında bizimkiler kametler, tekbirler, salavatlar eşliğinde namazlar kılıyorlardı.
 
Peki, kimlerdi bu Müslüman kardeşlerimiz ve 1721 yılının Ramazanı’nda  Paris’te ne işleri vardı??
Şöyle izah edeyim; Sultan III. Ahmet, Avrupa memleketlerindeki hayatı merak ediyordu. Bir padişah olarak kendisinin gitmesine imkan yoktu. O da bu merakını gidermek için Avrupa başkentlerine elçiler gönderdi ve bu elçilerden gezdikleri yerler hakkında raporlar yazmalarını istedi. Görevlendirilen bu Osmanlı elçilerine “sefir”; yazdıkları raporlara da “sefaretnâme” denilirdi.
Avrupa’ya gönderilen elçilerin başında Yirmisekiz Mehmet Çelebi gelmektedir. 7 Ekim 1720 tarihinde kalabalık bir heyetle birlikte İstanbul’dan ayrılan  Mehmet Çelebi, Fransa’ya gitti. Bu elçilik macerası yolculuk süreleri ile beraber yaklaşık bir yıl sürdü.  Mehmet Çelebi, Fransa’nın bir çok yerini gezdi; aylarca Paris’te ikamet etti ve en önemlisi bu seyahatini ayrıntılı bir şekilde yazdı.
     
Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris Sefaretnâmesi, Frenklerin hayat tarzlarını; şehirlerini ve sair bir çok hususiyetlerini tanıtan ilk eserlerimizden biri olduğu için kıymetlidir.Bu detaylı sefaretnâmenin sadece Ramazan kısmına değinebiliriz bu yazımızda.
 
Mehmet Çelebi ve heyeti Paris’te iken mübarek Ramazan ayı gelir. Elçimiz olayı şöyle anlatıyor:  “… Bu sırada Ramazan-ı şerif gelip, oruç tuttuk ve geceleri teravih namazı kıldık. Bu esnada mareşal gelerek ayan ve ekabirden(Fransız ileri gelen soylularından)  selam getirdi ve dedi ki: Efendim, rica ve niyaz ederiz ki; hanımlarımız iftarlarınızı ve nasıl yemek yediğinizi seyretmek isterler. Eğer izniniz olursa hepimizi ve dahi kralımızı sevindirmiş olursunuz…”
 
İşte böyle, değerli okurlarım!
Bilhassa Fransız hanımları ilk kez gördükleri Türkleri yakından izlemek, ne tür yemek yaptıklarını görmek ve dahası nasıl yemek yediklerini izlemek istemişlerdir. Bu isteğe biraz şaşıran bizim elçi, sonuçta bir mahsuru olmadığını düşünerek izin verince artık her akşam izlemeye gelen yüzlerce hanımın bakışları altında bir Ramazan geçireceğini herhalde tahmin etmemiştir.
 
Yine elçinin sözlerinden aktaralım: “… Akşama yarım saat kaldıkta bir iki yüz avrat, altın-ziynet ve elmaslara batmış bir halde konağımıza gelip oturdular. Güya konağımız kadınlar evine döndü, doldu taştı. Her ne ise biz de bu azap altında iftar ettik. Ertesi gün yine bu kez ellerinde şekerlemeler, çöreklerle geldiler. Yine iftar ettik. Ancak bunlar gitmek nedir bilmezler. Teravih kıldığımızı haber almışlar. Meğer bizim namaz kılmamızı görmek için beklerlermiş. Çaresiz kaldık, abdestlerimizi alıp namaza durduk. Artık bunlar her gece gelip, saat üçe kadar oturup, sahur ettiğimizi de görüp hayran kaldılar…”
 
Sonuç olarak diyebiliriz ki, 1721 yılındaki bu Ramazan ayı bir Osmanlı elçilik heyeti sayesinde Paris’te yaşanmış ilk Ramazan’dır. Parisliler bu sayede ilk kez oruç, iftar, teravih, sahur gibi şeylerin ne olduğunu görme şansına kavuşmuşlardır. Yaşanan bu ilk Ramazan; kılınan bu ilk teravihlerin arkası maalesef ertesi sene gelmemiştir. Çünkü Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve heyeti Ramazan Bayramı’ndan bir hafta sonra Paris’ten ayrılarak İstanbul’un yolunu tutmuşlardır. Geride bu hoş anılar ve onların yazıya dökülmüş halini bırakarak.
Mevlâm cümlesine rahmet eyleye!
 
 
 
Diş Kirası Verdiniz mi?
 
            Eski kültürümüzü bilmeyen şimdiki nesil için bu soru ne kadar da saçma görünecektir, farkındayım.
Diş kirası da ne ola ki?
Şimdikiler olsa olsa ev kirası, dükkan kirası, araba kiralamak … ve benzeri şeyleri bilir.
Oysa eskiden diş kirası verilirdi Ramazan aylarında.
Olay şöyle oluyordu: İstanbul’da hali vakti yerinde olanlar, konaklarında,  geniş katılımlı iftarlar veriyorlardı. İftarın sonunda gelen misafirlere “diş kirası” adı altında bir de harçlık veriliyordu.
İşte, diş kirası iftara katılanların aldığı bir tür bahşiş, yahut harçlıktır.
Oh, ne güzel!
Hem gidip güzelce yemek yiyorsun; hem de sonunda diş kiranı alıp çıkıyorsun.
Konak sahibi şu mesajı verirdi: “Hem benim konağıma teşrif ettiniz; iftarınızı açtınız; bu sayede ben sevaba girdim. Şimdi de dişlerinizi yormanın bedeli olarak size harçlık takdim ediyorum.”
Ne kadar güzel, zarif bir düşünce, değil mi?
 
Diş kirası demişken, bu konuda yaşanmış bir olay anlatayım:
1863 yılı Ramazanında bir akşam Padişah Abdülaziz, Yusuf Kamil Paşa’nın konağına iftara gider. İlk kez bir padişahın böyle alenen birinin konağına iftara gidişidir bu.
Kamil Paşa, çok heyecanlanır; sevinçten uçar adeta.
Yalnız, iftardan sonra misafire diş kirası vermek adeti vardır. Paşa tutup da Padişah’a normal bir harçlık verse yakışıksız bir durum olur. Bir an bocalayan Paşa, en sonunda bir tepsinin içinde Padişah’ın diş kirasını getirerek uzatır. Bu, Osmanlı tarihinde verilmiş en yüksek diş kirasıdır.
Diş kirası olarak uzatılan tepsinin içinde Kamil Paşa’nın bütün nakit parası, değerli eşyası ve mal-mülklerinin tamamının tapusu vardır. Kısacası Paşa, nesi var nesi yok, iftara teşrif eden Padişah’ın önüne sermiştir.
Ve son sahne: Sultan Abdülaziz uzatılan bu tepsiyi alır; Kamil Paşa’ya teşekkür eder. Yanındaki mücevherâtı da ekleyerek, Paşa’ya geri verir.
 
İşte böyle değerli dostlar!
Günümüzde diş kirası kalmadı maalesef.
 
Onun yerine devletin - kamunun malı; tüyü bitmemiş yetimin hakkı ile saraylarda yandaşlara verilen gösterişli iftarlar var artık.
O iftarlarda yine yandaşlara verilen ihaleler; dağıtılan makamlar da ileri(!) demokrat(!) yeni(!) Türkiye’nin diş kiraları mı dersiniz?
Hayatımda elhamdüllilah, bu türden hiçbir iftara katılmamış; dişimin arasına haram sıkıştırmamaya çalışmış olmanın huzuruyla hepinize hayırlı Ramazanlar ve bayramlar diliyorum.   
Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.