İstanbul’dan Edirne’ye; Mimar Sinan’ın İzinde Bir Yolculuk
Yazının Giriş Tarihi: 24.07.2017 21:21
Temmuz ayı benim için tatil ayıdır.
Üç haftadan fazladır, Türkiye kazan ben kepçe, dolaşıyorum.
Durum böyle olunca şu aralar bilgisayarın başına geçip köşe yazısı yazmayı biraz ihmal ettik.
Ramazan bayramından hemen sonra İstanbul ve Trakya’yı dolaştık, bir hafta kadar, ailecek.
Bendeki gezi heyecanını hanıma ve çocuklara aşılamışım ki; onlar da hiç üşenmeden dağ-bayır, köy-şehir dolaşmaktan keyif alıyorlar.
Yola çıkarken dedim ki: “Bugün üç ayrı şehirde Mimar Sinan’ın üç ayrı eserini göreceğiz inşâ-Allah”.
Şükürler olsun, defalarca kendimden şahit oldum ki, gönülden istediğini veriyor Mevlâm.
En sevdiğim ve yürekten inandığım laflardan biri şöyledir: “ Sen inşâ-Allah dersin de inşâ etmez mi Allah?”
Hamd olsun ki, o gün dediğimiz gibi Allah bize Mimar Sinan’ın üç ayrı şehirdeki eserlerini görmeyi nasip etti.
Evvela Üsküdar sahilinde bulunan iki büyük ve tarihi camiden biri olan Mihrimah Sultan Camiisine uğradık.
Sinan bu mabedi devrin padişahı Kanuni Süleyman’ın kızı – ve bir rivayete göre aşık olduğu- Mihrimah Sultan adına yaptırmış.
Defalarca geldiğim ve ayrıca bende özel bir hatırası olan bu camiyi bilhassa sabah vakitlerinde ayrı bir seviyorum.
Mihrimah’a veda edip, artık Edirne istikametine yönelmek üzere iken, Altunizade Semtinde ilginç bir mimari görüntüsü ile yeni bir cami adeta bizi kendine çekti.
Daha önce görmediğim bu yapıyı es geçemezdim.
Hemen yanına girip, arabamızı uygun bir yere park ettikten sonra camiye koşar adım gittik.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin uygulama camisi son zamanlarda gördüğüm en muhteşem yapıların başında geliyor artık.
Etrafındaki müştemilatla birlikte haz alarak vakit geçirilebilecek bir külliye şeklinde tasarlanmış.
İç içe büyük bir yapı olan kahve ve kitabevinde vaktim olsa günlerce sıkılmadan dururdum.
Bu nezih ortamda yaklaşık iki saat geçirdik.
Biz Edirne yolcusuyuz ve Yunus’un : “her ne ise yolun, usulünce çık yola” deyişine uygun bir sefere çıkıyoruz.
Çatalca Yarımadası biterken, aşırı yoğun İstanbul yapılaşması geride kalıyor ve Trakya’nın göz alabildiğine geniş sarı-yeşil ayçiçeği tarlaları serpiliyor önümüze.
Öğlen molasını Lüleburgaz’da verdik.
Doğruca şehrin merkezinde bulunan Sokollu Mehmed Paşa Külliyesi’ne gidiyoruz.
Bu muhteşem külliye de bir Mimar Sinan eseridir.
Yakın tarih boyunca iki Rus, bir Bulgar ve bir de Yunan işgaline uğrasa da ihtişamından pek bir şey kaybetmemiş Sokollu Mehmed Paşa Külliyesi.
Üç padişah (Kanuni-Selim ve Murad) dönemlerinde sadrazamlık yapmış Paşa’nın isteği ile Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş bu tarihi mekanda öğlen vakti bile ferah ve serin.
Namazımızı kıldıktan; afiyetle yemeğimizi yedikten sonra bir de kısa bir şehir turu yapıyoruz.
On yedi yıl önce burada süren kısa askerlik günlerimde gezmeye fırsat bulamadığım ve içimde ukde kalan Lüleburgaz’dan alacağımı almış oluyorum bu şehir turumuzla.
Lüleburgaz, Trakya’daki bütün şehirlerimiz gibi hoş bir şehir.
İkindi vaktini Edirne Selimiye’de karşılamak hayali ile Lüleburgaz’dan ayrılıyoruz.
Edirne’de dört gün kalmaktır planımız.
Bir gönül dostu vasıtasıyla kalacak mekan olarak ayarladığımız Selimiye’nin hemen yanı başındaki vakfımızın adı da Mimar Sinan Vakfı.
İkindi ezanları ile birlikte kutlu belde Edirne’ye girmenin hazzı bir başka.
Arabadan inip de mimarimizin en ihtişamlısı, Sinan’ın ustalık eserim dediği Selimiye’nin içine girdiğimizde cemaatle namaz fırsatını kaçırmadığımızı görmek ayrıca sevindiriyor bizi.
Kendimi mimari şaheserlerin çekiciliğine her kaptırdığımda aklıma, daha doğrusu gönlüme hemen frenleyici bir söz gelir ve irkiltir beni.
Çoğu zaman sesli olarak bu sözü terennüm ederim.
“Aslolan ma‘bed değil; ma‘buddur Salih. Kendine gel, ma‘budu düşün!”.
Allahım, ne kadar mükemmel olursa olsun, sonuçta, senin kullarının inşası olan taştan birer birikintidir tapınaklar.
Öte yandan şöyle düşünüyorum:
İlâhi bir aşk olmasaydı, doksanlık İhtiyar Sinan bu olağanüstü titizliği nasıl gösterecekti.
Sinan’ın yazdığı “Tezkiret ül Bünyân” adlı kitabı okumuştum.
Orada Selimiye Camiisini hangi duygu ve düşüncelerle yaptığından şöyle bahseder:
“Hıristiyanlar arasında asırlardır dolaşan bir iddiadır ki; hiçbir yapı Ayasofya’nın kubbesini aşamaz. Allah’ın izin ve inayetiyle biz bu camide Ayasofya’nın kubbesini aştık”.
Selimiye Camisinde Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük bir kubbe olduğu gibi; muazzam bir simetri söz konusudur.
Şurası olmamış; yahud şurası şöyle olsaydı denilebilecek en ufak bir kusur bulamıyor insan.
Dört gün boyunca Edirne’nin her bir köşesini dolaşma fırsatını değerlendirdik.
Edirne,tarihi eserleri ile, modern şehircilik yönü ile ve yemek kültürü ile baştan aşağı muhteşem bir şehir.
Selimiye’nin hemen aşağısında yer alan 1414 tarihli Eski Camii, bizim Bursa Ulu Camii’yi andıran duvar yazılarıyla ve Hacı Bayram Veli’nin vaaz verdiği kürsüsüyle insanı içine çekiyor.
Bursa’dan sonra; daha doğrusu Bursa ile beraber Osmanlı başkentliğini yapmıştır Edirne.
Sultan II. Murad (1421-1451) Bursa’yı ne kadar seviyorsa; Edirne’yi de bir o kadar sevmiş olmalı ki, şehrin bir çok noktasında onun aşkla inşa ettirdiği eserler bulunur.
Üç Şerefeli Camii ve Muradiye Camiileri buna başlıca örneklerdir. Üç Şerefeli, enteresan baklava biçimindeki uzun minaresinin yanı sıra ilk kez büyük çapta kubbe denemesi ile Mimar Sinan’a da model olmuştur.
II. Murad’ın baş mimarı Muslihiddin, bu bakımdan Mimar Sinan’ın hocası sayılır.
Sadece camiler değildir Edirne’yi Edirne yapan.
Başkentlik zamanlarının hatıralarının, kalıntılarının görülebileceği Sarayiçi mevkii görülmesi gereken yerlerdendir.
Burada tarihi Kırkpınar Güreşleri yapılagelmektedir her yılın Temmuz ayında.
Tunca Nehrinin suları ile serinleyen güzel bir piknik yeridir Saray içi.
Tıbbi Eserler ve Sağlık Müzesi dedikleri, II. Beyazıt (1481-1512) yapımı olan akıl hastalarının sus sesi ve müzikle tedavi edildikleri yer müthiş etkileyicidir.
Su sesine ve müziğe biz de kendimizi kaptırıp ruhumuzu bir nebze tamir ettirdiğimizi hissettik.
Ali Paşa, Beyazıt, Selimiye gibi kapalı çarşı, bedesten ve arastalar alış-verişi –benim gibi sevmeyen birine bile- keyifli bir hale getiriyor.
Sivil mimari örnekleri olarak evler, konaklar ve müzeler ile bazı kamu binaları da bu güzelim şehre güzellik katıyorlar.
Günümüzde Kent Müzesi olarak kullanılan Hafız Ağa Konağı, hemen yanı başındaki yüz kırk yıllık tarihi Edirne Belediye Binası, günümüzde Halk Eğitim ve ASO olarak kullanılan 1915 tarihli İttihat ve Terakki Binası, Fatih Sultan Mehmet’in doğduğu ev….
Liste uzayıp gider de Edirne’nin güzel eserleri bitmez.
Hani şu yirmi TL’lerin arkasında resmi bulunan Mimar Kemaleddin, Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar yaşamış gerçekten büyük bir mimardır.
Onun imzasını taşıyan eserlerin mühim bir kısmı Edirne’de bulunmaktadır.
Ki bunların başında demin zikrettiğim İttihat ve Terakki Binası ile Karaağaç Tren İstasyonu gelmektedir.
Bu arada Karaağaç’a mutlaka uğramak gerekiyor.
Meriç Nehri’nin ötesinde bulunan, Lozan Antlaşması’nda Yunanlıların –sanki babalarının malıymış gibi lütfedip bize tazminat olarak bıraktıkları- Karaağaç’ta huzurlu, sessiz ve yemyeşil bir atmosfer var.
Tarihi Meriç Köprüsünden geçerek gidiliyor Karaağaç’a.
Günümüzde Trakya Üniversitesi’nin kullandığı tarihi istasyonu, istasyonda duran tarihi tren vagonları, Lozan Anıtı ve Müzesi bu civarın en başta görülmesi gereken yerleridir.
Edirne Tuna ve Tunca’yı aşan tarihi köprüleri ile de eşsiz bir güzellik sunuyor.
Edirne için tek bir tarif yapmam istenseydi ben Köprü Şehir derdim.
Her anlamda bir köprüdür bu şehir: Geçmiş ile bugün arasında, Osmanlı ile Cumhuriyet arasında ve Türkiye ile Avrupa arasında…
Dünyanın en uzun taş köprülerinin başında gelen Uzunköprü’den geçmek gerek.
Keza bu köprünün adını verdiği ilçeden pirinç almak gerektiği gibi.
Son olarak bu güzel şehirden şöyle bir çıkıp Kıyık Tepesi’ne gitmek ve oradan Edirne’nin panoramik bir görüntüsünü izlemek gerekiyor.
1913 yılında Bulgar saldırısı karşısında Edirne müdafii Şükrü Paşa’nın destansı savunmasına tanık olacaksınız o tepede.
Ülkemizi savunanlara, inşâ edenlere selamlarımla..
Ve bu güzellikleri gezip-görmeyi mümkün kılana hamd u senâ ile…
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Salih Erol
İstanbul’dan Edirne’ye; Mimar Sinan’ın İzinde Bir Yolculuk
Üç haftadan fazladır, Türkiye kazan ben kepçe, dolaşıyorum.
Durum böyle olunca şu aralar bilgisayarın başına geçip köşe yazısı yazmayı biraz ihmal ettik.
Ramazan bayramından hemen sonra İstanbul ve Trakya’yı dolaştık, bir hafta kadar, ailecek.
Bendeki gezi heyecanını hanıma ve çocuklara aşılamışım ki; onlar da hiç üşenmeden dağ-bayır, köy-şehir dolaşmaktan keyif alıyorlar.
Yola çıkarken dedim ki: “Bugün üç ayrı şehirde Mimar Sinan’ın üç ayrı eserini göreceğiz inşâ-Allah”.
Şükürler olsun, defalarca kendimden şahit oldum ki, gönülden istediğini veriyor Mevlâm.
En sevdiğim ve yürekten inandığım laflardan biri şöyledir: “ Sen inşâ-Allah dersin de inşâ etmez mi Allah?”
Hamd olsun ki, o gün dediğimiz gibi Allah bize Mimar Sinan’ın üç ayrı şehirdeki eserlerini görmeyi nasip etti.
Evvela Üsküdar sahilinde bulunan iki büyük ve tarihi camiden biri olan Mihrimah Sultan Camiisine uğradık.
Sinan bu mabedi devrin padişahı Kanuni Süleyman’ın kızı – ve bir rivayete göre aşık olduğu- Mihrimah Sultan adına yaptırmış.
Defalarca geldiğim ve ayrıca bende özel bir hatırası olan bu camiyi bilhassa sabah vakitlerinde ayrı bir seviyorum.
Mihrimah’a veda edip, artık Edirne istikametine yönelmek üzere iken, Altunizade Semtinde ilginç bir mimari görüntüsü ile yeni bir cami adeta bizi kendine çekti.
Daha önce görmediğim bu yapıyı es geçemezdim.
Hemen yanına girip, arabamızı uygun bir yere park ettikten sonra camiye koşar adım gittik.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin uygulama camisi son zamanlarda gördüğüm en muhteşem yapıların başında geliyor artık.
Etrafındaki müştemilatla birlikte haz alarak vakit geçirilebilecek bir külliye şeklinde tasarlanmış.
İç içe büyük bir yapı olan kahve ve kitabevinde vaktim olsa günlerce sıkılmadan dururdum.
Bu nezih ortamda yaklaşık iki saat geçirdik.
Biz Edirne yolcusuyuz ve Yunus’un : “her ne ise yolun, usulünce çık yola” deyişine uygun bir sefere çıkıyoruz.
Çatalca Yarımadası biterken, aşırı yoğun İstanbul yapılaşması geride kalıyor ve Trakya’nın göz alabildiğine geniş sarı-yeşil ayçiçeği tarlaları serpiliyor önümüze.
Öğlen molasını Lüleburgaz’da verdik.
Doğruca şehrin merkezinde bulunan Sokollu Mehmed Paşa Külliyesi’ne gidiyoruz.
Bu muhteşem külliye de bir Mimar Sinan eseridir.
Yakın tarih boyunca iki Rus, bir Bulgar ve bir de Yunan işgaline uğrasa da ihtişamından pek bir şey kaybetmemiş Sokollu Mehmed Paşa Külliyesi.
Üç padişah (Kanuni-Selim ve Murad) dönemlerinde sadrazamlık yapmış Paşa’nın isteği ile Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş bu tarihi mekanda öğlen vakti bile ferah ve serin.
Namazımızı kıldıktan; afiyetle yemeğimizi yedikten sonra bir de kısa bir şehir turu yapıyoruz.
On yedi yıl önce burada süren kısa askerlik günlerimde gezmeye fırsat bulamadığım ve içimde ukde kalan Lüleburgaz’dan alacağımı almış oluyorum bu şehir turumuzla.
Lüleburgaz, Trakya’daki bütün şehirlerimiz gibi hoş bir şehir.
İkindi vaktini Edirne Selimiye’de karşılamak hayali ile Lüleburgaz’dan ayrılıyoruz.
Edirne’de dört gün kalmaktır planımız.
Bir gönül dostu vasıtasıyla kalacak mekan olarak ayarladığımız Selimiye’nin hemen yanı başındaki vakfımızın adı da Mimar Sinan Vakfı.
İkindi ezanları ile birlikte kutlu belde Edirne’ye girmenin hazzı bir başka.
Arabadan inip de mimarimizin en ihtişamlısı, Sinan’ın ustalık eserim dediği Selimiye’nin içine girdiğimizde cemaatle namaz fırsatını kaçırmadığımızı görmek ayrıca sevindiriyor bizi.
Kendimi mimari şaheserlerin çekiciliğine her kaptırdığımda aklıma, daha doğrusu gönlüme hemen frenleyici bir söz gelir ve irkiltir beni.
Çoğu zaman sesli olarak bu sözü terennüm ederim.
“Aslolan ma‘bed değil; ma‘buddur Salih. Kendine gel, ma‘budu düşün!”.
Allahım, ne kadar mükemmel olursa olsun, sonuçta, senin kullarının inşası olan taştan birer birikintidir tapınaklar.
Öte yandan şöyle düşünüyorum:
İlâhi bir aşk olmasaydı, doksanlık İhtiyar Sinan bu olağanüstü titizliği nasıl gösterecekti.
Sinan’ın yazdığı “Tezkiret ül Bünyân” adlı kitabı okumuştum.
Orada Selimiye Camiisini hangi duygu ve düşüncelerle yaptığından şöyle bahseder:
“Hıristiyanlar arasında asırlardır dolaşan bir iddiadır ki; hiçbir yapı Ayasofya’nın kubbesini aşamaz. Allah’ın izin ve inayetiyle biz bu camide Ayasofya’nın kubbesini aştık”.
Selimiye Camisinde Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük bir kubbe olduğu gibi; muazzam bir simetri söz konusudur.
Şurası olmamış; yahud şurası şöyle olsaydı denilebilecek en ufak bir kusur bulamıyor insan.
Dört gün boyunca Edirne’nin her bir köşesini dolaşma fırsatını değerlendirdik.
Edirne,tarihi eserleri ile, modern şehircilik yönü ile ve yemek kültürü ile baştan aşağı muhteşem bir şehir.
Selimiye’nin hemen aşağısında yer alan 1414 tarihli Eski Camii, bizim Bursa Ulu Camii’yi andıran duvar yazılarıyla ve Hacı Bayram Veli’nin vaaz verdiği kürsüsüyle insanı içine çekiyor.
Bursa’dan sonra; daha doğrusu Bursa ile beraber Osmanlı başkentliğini yapmıştır Edirne.
Sultan II. Murad (1421-1451) Bursa’yı ne kadar seviyorsa; Edirne’yi de bir o kadar sevmiş olmalı ki, şehrin bir çok noktasında onun aşkla inşa ettirdiği eserler bulunur.
Üç Şerefeli Camii ve Muradiye Camiileri buna başlıca örneklerdir. Üç Şerefeli, enteresan baklava biçimindeki uzun minaresinin yanı sıra ilk kez büyük çapta kubbe denemesi ile Mimar Sinan’a da model olmuştur.
II. Murad’ın baş mimarı Muslihiddin, bu bakımdan Mimar Sinan’ın hocası sayılır.
Sadece camiler değildir Edirne’yi Edirne yapan.
Başkentlik zamanlarının hatıralarının, kalıntılarının görülebileceği Sarayiçi mevkii görülmesi gereken yerlerdendir.
Burada tarihi Kırkpınar Güreşleri yapılagelmektedir her yılın Temmuz ayında.
Tunca Nehrinin suları ile serinleyen güzel bir piknik yeridir Saray içi.
Tıbbi Eserler ve Sağlık Müzesi dedikleri, II. Beyazıt (1481-1512) yapımı olan akıl hastalarının sus sesi ve müzikle tedavi edildikleri yer müthiş etkileyicidir.
Su sesine ve müziğe biz de kendimizi kaptırıp ruhumuzu bir nebze tamir ettirdiğimizi hissettik.
Ali Paşa, Beyazıt, Selimiye gibi kapalı çarşı, bedesten ve arastalar alış-verişi –benim gibi sevmeyen birine bile- keyifli bir hale getiriyor.
Sivil mimari örnekleri olarak evler, konaklar ve müzeler ile bazı kamu binaları da bu güzelim şehre güzellik katıyorlar.
Günümüzde Kent Müzesi olarak kullanılan Hafız Ağa Konağı, hemen yanı başındaki yüz kırk yıllık tarihi Edirne Belediye Binası, günümüzde Halk Eğitim ve ASO olarak kullanılan 1915 tarihli İttihat ve Terakki Binası, Fatih Sultan Mehmet’in doğduğu ev….
Liste uzayıp gider de Edirne’nin güzel eserleri bitmez.
Hani şu yirmi TL’lerin arkasında resmi bulunan Mimar Kemaleddin, Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar yaşamış gerçekten büyük bir mimardır.
Onun imzasını taşıyan eserlerin mühim bir kısmı Edirne’de bulunmaktadır.
Ki bunların başında demin zikrettiğim İttihat ve Terakki Binası ile Karaağaç Tren İstasyonu gelmektedir.
Bu arada Karaağaç’a mutlaka uğramak gerekiyor.
Meriç Nehri’nin ötesinde bulunan, Lozan Antlaşması’nda Yunanlıların –sanki babalarının malıymış gibi lütfedip bize tazminat olarak bıraktıkları- Karaağaç’ta huzurlu, sessiz ve yemyeşil bir atmosfer var.
Tarihi Meriç Köprüsünden geçerek gidiliyor Karaağaç’a.
Günümüzde Trakya Üniversitesi’nin kullandığı tarihi istasyonu, istasyonda duran tarihi tren vagonları, Lozan Anıtı ve Müzesi bu civarın en başta görülmesi gereken yerleridir.
Edirne Tuna ve Tunca’yı aşan tarihi köprüleri ile de eşsiz bir güzellik sunuyor.
Edirne için tek bir tarif yapmam istenseydi ben Köprü Şehir derdim.
Her anlamda bir köprüdür bu şehir: Geçmiş ile bugün arasında, Osmanlı ile Cumhuriyet arasında ve Türkiye ile Avrupa arasında…
Dünyanın en uzun taş köprülerinin başında gelen Uzunköprü’den geçmek gerek.
Keza bu köprünün adını verdiği ilçeden pirinç almak gerektiği gibi.
Son olarak bu güzel şehirden şöyle bir çıkıp Kıyık Tepesi’ne gitmek ve oradan Edirne’nin panoramik bir görüntüsünü izlemek gerekiyor.
1913 yılında Bulgar saldırısı karşısında Edirne müdafii Şükrü Paşa’nın destansı savunmasına tanık olacaksınız o tepede.
Ülkemizi savunanlara, inşâ edenlere selamlarımla..
Ve bu güzellikleri gezip-görmeyi mümkün kılana hamd u senâ ile…