Üniversiteden bir hocam hep şöyle demiştir: “Tarih, herkesin bildiğini zannettiği ancak aslında çok az kişinin daldığı bir okyanustur”. Hakikatten bakıyorum da, söz konusu tarih olunca yüzeysel, basmakalıp bir iki tekrardan öteye geçmiyoruz ve üstelik bunları da sanki din imiş gibi fanatikçe adeta göklere çıkarıyor; ya da lanetliyoruz. Peki neden??
Çünkü yüzeysellik, tembel zihin yapılarının vazgeçemediği bir rahatlıktır. Üstelik çoğunluğun yaygın kanaatine uymak/ uyuyormuş gibi yapmak bize menfaat ve güven de sağlar. O yüzden özellikle tarih ve siyaset söz konusu yüzeysel kalıplar ve tarafgir bir duruş halinde hemencecik saf belirlemeye yöneliyor insanlar. Burada en sıkıntılı nokta ise günümüzde politik hesapları olan bir takım odaklar/şahıslar, menfaatlerini meşrulaştıracak şekilde bir geçmiş kurgulamak gayretinde olmalarıdır.
Hâl böyle olunca bir sürü düzenbazlar, duygu sömürücüleri, sesi gür hatipler … ve sâireleri popüler birer tarihçi kesiliverirler. Bizim gibi yıllarca arşivlerde çalışan araştırmacıları ise kamuoyu duyacak durumda değildir.
İnanır mısınız, hiçbir tarih eğitimi olmayan; üstelik yabancı dilbilgisi sıfır bir adama “İngiliz Belgelerinde Ermeni Sorunu “ konulu bir konferans verdiren belediyelerimiz olduğuna şahit olmuşumdur. Neye dayanarak böyle bir konuşma yaptığını sorduğumda bu şahıs hem de göğsünü gererek, kırk yıllık gazete okuru olduğunu ve bu konuda çok şey bildiğini söylemişti. Tarih bu kadar basit olmasa gerek.
Biz güncel siyaseti ehline havale edip, asıl uğraş alanımız olan tarihten misâller verecek olursak; yukarıda bahsettiğim yüzeyselliğin en belirgin görüldüğü alanların başında Osmanlı Tarihinin geldiğini görürüz. Bizde tarihin en sorunlu kısmı Osmanlı dönemidir. Dünün kötüleyen akımı ile bugünün “neo osmanlı” denilen şişiren akımı arasından çıkamadık henüz.
Ortada şöyle tuhaf bir durum var: Popüler bir zaviyesizlikten bakıp, Osmanlı’yı kendi içinde yekpâre bir kütle farz ediyorlar genellikle. Bunlar, bizi Osmanlı konusunda hayranlık ve nefret ekseninde birbirine zıt gibi görünen; ama aynı sığlıkta buluşan iki kıskaca hapsetmek istemektedirler. Bu oyuna gelmemek; Osmanlı içinde Osmanlı görmek lazımdır.
Temellerinde tembelliğin yattığı bu düşünce(sizlik) hapishânesinin duvarlarını aşındırmak ve özellikle abartılı bir Osmanlı hayranlığı kurgusunu inşâ etmek isteyenlere görmek istemeyecekleri bir Osmanlı portresini sunalım bu yazımızda ve şöyle soralım: “Hangi Osmanlıyı kastediyorsunuz? Mesela aşağıdaki gibi bir Osmanlılık almak ister miydiniz??”
On dokuzuncu yüzyıl Fransız tarihçilerinden Wanda’nın tanık olarak naklettiği bir sahne vardır bizi “Osmanlı” aydını üzerinde düşündürmesi gereken. Arz edeyim: Fransız Kralı, Türklerin “ilerlemeleri için” subay-teknik eleman ve öğretmen göndererek, “katkıda” bulunmaya hazır olduğunu söyleyince; Osmanlı Padişahının Avrupa’ya okumaya gönderdiği bir genç (Kıbrıslı M. Emin) cevaben şöyle diyor:
“Majesteleri! Bize teknik adamlar göndereceğinize onların yerine birkaç bin güzel, afacan ve akıllı yosma gönderecek olursanız, onlar bizi daha iyi civilisé edeceklerdir(medenileştirecektir). Hatta Türklüğümüzü bırakıp, Fransızlaşırız bile”.
Kültürüne bir Fransız’dan bile daha fazla yabancılaşmış, yozlaşmanın zirvesine varmış olan bu herifin edepsiz talebini neyse ki, Fransız Kralı ciddiye almaz.
Ancak “Kıbrıslı” denen bu adem, İstanbul’a dönüşünde, beraberinde kendisi gibi yozlaşmış bir yarı Fransız kadın getirir ve İstanbul’daki devlet ricâline Batılı bir flört modelinin nasıl olması gerektiğini göstererek, kültürel yozlaşmanın kibâr mahfillerinde yaygınlaşmasına hizmet eder!
Yalnız da değildir Kıbrıslı bu “civilisation(medeniyet)” hizmetinde…
On dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki Şehr-i İstanbul, Ebülfeth Fatih’in; Beyazıt-ı Velî’nin ve diğer büyük adamların mirasına ihânet edercesine kimliğini, köklerini kaybetmiş paşalarla doludur maalesef. İstanbul’daki yabancı elçinin biri bir balo ya da bir resepsiyon vereceği zaman; katılmak için can atan; adeta bunun için birbirini kırıp geçiren paşalardan geçilmiyor.
Peki bu manzara karşısında padişahlarımız ne yapıyorlar? Bir de ona bakalım.
Devrin padişahları yukarıda bahsettiğimiz Kıbrıslı gibi ademleri sadrazamlığa tayin ediyorlar; çaresiz ve şaşkınlar çünkü. Bu türden heriflerin bu memlekette gelmediği üst düzey resmi görev kalmadı. Hatta öyle ki, 1850’lerde ve 1860’larda tam üç defa sadrazamlığa getirildi Kıbrıslı denilen zât-ı nâ-muhterem! Sadrazamlık, sıradan bir mevki değildir; başbakanlık demektir, dikkatinizi çekerim!
Bu da bir şey mi? Onun üstâd-ı azâmı olan Mustafa Reşit Paşa, tam altı kez işgal etmişti sadrazamlık makamını. “Biz medeniyetsiz hiçbir şey olamayız” dedikten hemen sonra “O medeniyet de, sadece Avrupa’dan bize gelebilir” diyerek kıblesini açıkça ortaya koyan M. Reşit. Kıblesini şaşırmış başka bir bedbaht; ortalıkta şair diye geçinen bir şarlatan olan Şinasi de M. Reşit’e hayranlığını “Acep midir medeniyet resûlü dense sana” dizesi ile ortaya koyuyordu.
Oysa tek dişi kalmış canavara yaranmak ve ancak bu sayede ikbâlini sürdürme kaygısındaki M. Reşit Paşa; Şinasi gibi ismen ve sureten Müslüman geçinen kişiler için değil; gerçekte Osmanlı’daki Hıristiyanlar için çabalamakta idi. Paris’te elçi olarak sözde Osmanlı’yı temsil ettiği sırada Avrupalı devletlere şöyle bir çağrıda bulunuyordu: “Osmanlı’nın Hıristiyanlar üzerindeki baskısı için sesinizi çıkarmaz mısınız? Ödeyemedikleri haraç için zavallılar horlanmakta ve ezilmektedirler”.
Şu hale bakınız ki; söz konusu bu yıkım sürecinde Sultan Abdülmecid, Fransızların elinden törenle “Lejyon” nişanını alıyor ve Fransız elçisinin düzenlediği “Balo”ya katılıyordu. Bir yandan “Halife”; öte yandan “Lejyon” sıfatı ve o da yetmezmiş gibi İngiltere’nin “Diz Bağı” nişanı Abdülmecit’in zaten zayıf olan bünyesini bitirmekle kalmadı; bizi toplum olarak derin bir “medeniyet” krizine dûçâr eyledi ki; içinden hâlen tam çıkabilmiş değiliz.
Günümüzde oldukça popüler olan; altında poz vermekten gurur duyduğumuz meşhur “Osmanlı Arması”nın bile Kraliçe Viktorya’nın tasarımcılarının elinden çıktığını ve 1861 yılında tahta çıkan Abdülaziz’e takdim edildiğini bir düşünebilsek çelişkilerimizin farkına varmaya başlayacağız belki!
Ya da aynı Abdülaziz’in Avrupa’dan faizini dahi ödeyemeyeceği kadar çok borç alıp; 1867 yılında çıktığı Avrupa seyahatinde kendisini görmek için dizilmiş olan Fransız, İngiliz ve Alman halkının üzerine altınlar saçtırdığını da görebileceğiz herhalde.
Tarihle ilgili bir başka yazımızda da şu “Osmanlıca” konusundan biraz bahsedelim. Kalın sağlıcakla!
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Salih Erol
Hangi Osmanlı? Osmanlınızı Nasıl Alırdınız??
Çünkü yüzeysellik, tembel zihin yapılarının vazgeçemediği bir rahatlıktır. Üstelik çoğunluğun yaygın kanaatine uymak/ uyuyormuş gibi yapmak bize menfaat ve güven de sağlar. O yüzden özellikle tarih ve siyaset söz konusu yüzeysel kalıplar ve tarafgir bir duruş halinde hemencecik saf belirlemeye yöneliyor insanlar. Burada en sıkıntılı nokta ise günümüzde politik hesapları olan bir takım odaklar/şahıslar, menfaatlerini meşrulaştıracak şekilde bir geçmiş kurgulamak gayretinde olmalarıdır.
Hâl böyle olunca bir sürü düzenbazlar, duygu sömürücüleri, sesi gür hatipler … ve sâireleri popüler birer tarihçi kesiliverirler. Bizim gibi yıllarca arşivlerde çalışan araştırmacıları ise kamuoyu duyacak durumda değildir.
İnanır mısınız, hiçbir tarih eğitimi olmayan; üstelik yabancı dilbilgisi sıfır bir adama “İngiliz Belgelerinde Ermeni Sorunu “ konulu bir konferans verdiren belediyelerimiz olduğuna şahit olmuşumdur. Neye dayanarak böyle bir konuşma yaptığını sorduğumda bu şahıs hem de göğsünü gererek, kırk yıllık gazete okuru olduğunu ve bu konuda çok şey bildiğini söylemişti. Tarih bu kadar basit olmasa gerek.
Biz güncel siyaseti ehline havale edip, asıl uğraş alanımız olan tarihten misâller verecek olursak; yukarıda bahsettiğim yüzeyselliğin en belirgin görüldüğü alanların başında Osmanlı Tarihinin geldiğini görürüz. Bizde tarihin en sorunlu kısmı Osmanlı dönemidir. Dünün kötüleyen akımı ile bugünün “neo osmanlı” denilen şişiren akımı arasından çıkamadık henüz.
Ortada şöyle tuhaf bir durum var: Popüler bir zaviyesizlikten bakıp, Osmanlı’yı kendi içinde yekpâre bir kütle farz ediyorlar genellikle. Bunlar, bizi Osmanlı konusunda hayranlık ve nefret ekseninde birbirine zıt gibi görünen; ama aynı sığlıkta buluşan iki kıskaca hapsetmek istemektedirler. Bu oyuna gelmemek; Osmanlı içinde Osmanlı görmek lazımdır.
Temellerinde tembelliğin yattığı bu düşünce(sizlik) hapishânesinin duvarlarını aşındırmak ve özellikle abartılı bir Osmanlı hayranlığı kurgusunu inşâ etmek isteyenlere görmek istemeyecekleri bir Osmanlı portresini sunalım bu yazımızda ve şöyle soralım: “Hangi Osmanlıyı kastediyorsunuz? Mesela aşağıdaki gibi bir Osmanlılık almak ister miydiniz??”
On dokuzuncu yüzyıl Fransız tarihçilerinden Wanda’nın tanık olarak naklettiği bir sahne vardır bizi “Osmanlı” aydını üzerinde düşündürmesi gereken. Arz edeyim: Fransız Kralı, Türklerin “ilerlemeleri için” subay-teknik eleman ve öğretmen göndererek, “katkıda” bulunmaya hazır olduğunu söyleyince; Osmanlı Padişahının Avrupa’ya okumaya gönderdiği bir genç (Kıbrıslı M. Emin) cevaben şöyle diyor:
“Majesteleri! Bize teknik adamlar göndereceğinize onların yerine birkaç bin güzel, afacan ve akıllı yosma gönderecek olursanız, onlar bizi daha iyi civilisé edeceklerdir(medenileştirecektir). Hatta Türklüğümüzü bırakıp, Fransızlaşırız bile”.
Kültürüne bir Fransız’dan bile daha fazla yabancılaşmış, yozlaşmanın zirvesine varmış olan bu herifin edepsiz talebini neyse ki, Fransız Kralı ciddiye almaz.
Ancak “Kıbrıslı” denen bu adem, İstanbul’a dönüşünde, beraberinde kendisi gibi yozlaşmış bir yarı Fransız kadın getirir ve İstanbul’daki devlet ricâline Batılı bir flört modelinin nasıl olması gerektiğini göstererek, kültürel yozlaşmanın kibâr mahfillerinde yaygınlaşmasına hizmet eder!
Yalnız da değildir Kıbrıslı bu “civilisation(medeniyet)” hizmetinde…
On dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki Şehr-i İstanbul, Ebülfeth Fatih’in; Beyazıt-ı Velî’nin ve diğer büyük adamların mirasına ihânet edercesine kimliğini, köklerini kaybetmiş paşalarla doludur maalesef. İstanbul’daki yabancı elçinin biri bir balo ya da bir resepsiyon vereceği zaman; katılmak için can atan; adeta bunun için birbirini kırıp geçiren paşalardan geçilmiyor.
Peki bu manzara karşısında padişahlarımız ne yapıyorlar? Bir de ona bakalım.
Devrin padişahları yukarıda bahsettiğimiz Kıbrıslı gibi ademleri sadrazamlığa tayin ediyorlar; çaresiz ve şaşkınlar çünkü. Bu türden heriflerin bu memlekette gelmediği üst düzey resmi görev kalmadı. Hatta öyle ki, 1850’lerde ve 1860’larda tam üç defa sadrazamlığa getirildi Kıbrıslı denilen zât-ı nâ-muhterem! Sadrazamlık, sıradan bir mevki değildir; başbakanlık demektir, dikkatinizi çekerim!
Bu da bir şey mi? Onun üstâd-ı azâmı olan Mustafa Reşit Paşa, tam altı kez işgal etmişti sadrazamlık makamını. “Biz medeniyetsiz hiçbir şey olamayız” dedikten hemen sonra “O medeniyet de, sadece Avrupa’dan bize gelebilir” diyerek kıblesini açıkça ortaya koyan M. Reşit. Kıblesini şaşırmış başka bir bedbaht; ortalıkta şair diye geçinen bir şarlatan olan Şinasi de M. Reşit’e hayranlığını “Acep midir medeniyet resûlü dense sana” dizesi ile ortaya koyuyordu.
Oysa tek dişi kalmış canavara yaranmak ve ancak bu sayede ikbâlini sürdürme kaygısındaki M. Reşit Paşa; Şinasi gibi ismen ve sureten Müslüman geçinen kişiler için değil; gerçekte Osmanlı’daki Hıristiyanlar için çabalamakta idi. Paris’te elçi olarak sözde Osmanlı’yı temsil ettiği sırada Avrupalı devletlere şöyle bir çağrıda bulunuyordu: “Osmanlı’nın Hıristiyanlar üzerindeki baskısı için sesinizi çıkarmaz mısınız? Ödeyemedikleri haraç için zavallılar horlanmakta ve ezilmektedirler”.
Şu hale bakınız ki; söz konusu bu yıkım sürecinde Sultan Abdülmecid, Fransızların elinden törenle “Lejyon” nişanını alıyor ve Fransız elçisinin düzenlediği “Balo”ya katılıyordu. Bir yandan “Halife”; öte yandan “Lejyon” sıfatı ve o da yetmezmiş gibi İngiltere’nin “Diz Bağı” nişanı Abdülmecit’in zaten zayıf olan bünyesini bitirmekle kalmadı; bizi toplum olarak derin bir “medeniyet” krizine dûçâr eyledi ki; içinden hâlen tam çıkabilmiş değiliz.
Günümüzde oldukça popüler olan; altında poz vermekten gurur duyduğumuz meşhur “Osmanlı Arması”nın bile Kraliçe Viktorya’nın tasarımcılarının elinden çıktığını ve 1861 yılında tahta çıkan Abdülaziz’e takdim edildiğini bir düşünebilsek çelişkilerimizin farkına varmaya başlayacağız belki!
Ya da aynı Abdülaziz’in Avrupa’dan faizini dahi ödeyemeyeceği kadar çok borç alıp; 1867 yılında çıktığı Avrupa seyahatinde kendisini görmek için dizilmiş olan Fransız, İngiliz ve Alman halkının üzerine altınlar saçtırdığını da görebileceğiz herhalde.
Tarihle ilgili bir başka yazımızda da şu “Osmanlıca” konusundan biraz bahsedelim. Kalın sağlıcakla!