İnsanlık tarihi her ne kadar çoğunluğunda görkemli saraylar, efsanevi savaşlar, kayıp şehirler yada dillere destan hazinelere sahip olmasada, içinden gelen bir hatırlanma ve hatırlatma isteğine çok daha uzun bir süredir sahip olmuştur.
Bunu binlerce yıl önce yaşadıkları mağaralarda çizdikleri resimlerden, yaptıkları en eski ve ilkel heykellerden ve daha nicesinden görebiliyoruz. En eski dönemlerinde bile yaşadıkları dünyayı, geleneklerini ve hayatlarını bir şekilde sanatla ifade etmişler, yaşamlarına dair kalıcı hatıralar bırakmışlardır.
Bu istek henüz mağaralarda yaşayan insanlardan günümüze farklı şekiller, gelenekler almış ama hep devam etmiştir. Medeniyetler kurulduğunda geçmişe yada o zamana ait sanat eserlerini, hazineleri ve hikayeleri toplamak, muhafaza edip korumak çoğu dönemde özellikle halkların zengin ve elit kuşamı tarafından uygulanan ve devam ettirilen bir gelenek olmuştur.
Müzeler ve müzecilik, bu gelenekten ortaya çıkmıştır. Günümüzde belirli bir metodoloji, ayrılan kamu yada özel kaynaklarla desteklenen, genel olarak asıl amacı halka bilgi vermek olan bu dikkatle bakılan mekanlar, yolculuklarına günümüzdeki halleriyle başlamadılar.
Eski Roma’ya kadar geri giden bu gelenekte, zenginler evlerinde çeşitli sanat eserleri toplar, evlerinin kendisi bile adeta bir sanat eseri özeniyle yapılırdı ve en geniş koleksiyonlara sahip olanlar bu sahip oldukları eserler ile çevrelerine hava atarlardı.
Ancak bu halka açık olmayan, çoğunlukla sadece zengin çevrelerin kendi aralarında oluşturduğu ve zevk aldıkları koleksiyonlardı. Tarihte batıdaki halka açık olan müzelerin ilk ortaya çıkmasıda özellikle bu zengin sınıfın koleksiyonlarını daha fazla kişiye göstererek beğeni toplamak istemesi oldukça önemli bir yer tutmuştur.
Halka açık müzelere dair ilk örnek tarihte milattan öncesine gider. Ennigaldi, M.Ö. 530 yılında kurduğu ve idare ettiği müzesi ile tarihte bilinen ilk halka açık müzeye sahiptir. Günümüzdeki modern kamu müzelere en yakın ilk örnek ise 15. yüzyılda kurulmuş olan Kapitolin Müzesi olarak görülmektedir.
Özellikle 18. yüzyıldan itibaren koleksiyonculuk ve halka açık sergilenen koleksiyonlar ile modern müzeciliğin ilk adımları atılmıştır. Her geçen yıl sayıları artmış, ancak günümüzdeki güvenlik ve metodolojisine zamanla ulaşmıştır. Gerçi, bazen ne kadar işe yaradığı sorusu da kendini dönem dönem tekrar ettirmeye devam etmekte.
Fransa’nın ünlü Louvre müzesinin pazar günü uğradığı soygun hala konuşulmaya devam etmekte. Müze bu kadar büyük bir kaybı en son 1911’de ünlü Mona Lisa tablosunun çalındığı zaman yaşamıştı. Louvre haricinde genel olarak, şimdi uygulanan güvenlik ve arşivleme protokollerinin 20. yüzyıl’da haliyle olmadığını göz önüne aldığımızda, Mona Lisa için belki biraz göz yumulabilir. Ancak günümüz şartlarında tüm dünyanın bu olayı bir skandal olarak görmesi çok da abartı değil.
Genel bilgiye göre hırsızlar müzenin tadilat gören bir kanadını hedef seçtiler ve bu sayede ekipman ve planlarını ayarladılar. Bütün soygunun genel olarak 7 dakikadan az bir sürede tamamlandığını ve müzenin o sırada ziyarete açık olduğunu denkleme eklediğimizde, müzenin gayet gafil avlandığı bir anda olayın gerçekleştiğini görmekteyiz.
Çalınan eserlerin çoğu Napolyon ve onun yanında belirli dönemlerde hüküm sürmüş eşlerine ait takılar. Spekülasyonlar bu eserlerin çok ünlü olduklarından dolayı muhtemelen üzerlerindeki değerli taşların karaborsada parçalanıp satılacağı yönünde.
Müzelerin günümüzdeki en önemli iki görevi hem insanlığın bütününe, hemde müzenin bulunduğu yerdeki halkın milli kimliğine dair bilgiler vermek, milli bir bütünlük oluşturmakta rol oynamaktır. Her ne kadar Fransa’nın monarşilere dair fikri bariz olsada, bu müze genel olarak halkın gurur duyduğu bir mekandı ve içindekilerde ülke tarihinin de bir parçasıydı.
Bu nedenle hırsızlığa genel olarak bir üzüntü havası hakim olsada, bazı sesler başka bir noktayla öne çıkıyor: ‘Çalınanlar da zaten oraya çalınarak gelmişti.’
Batıdaki çoğu büyük müze, insanlık tarihine dair çok çeşitli eserleri arşiv ve sergilerinde bulundurmakta. Bu koleksiyonların önemli bir bölümü dünyanın çok farklı bölgelerinden Avrupa ve Amerika’ya bazen satın alma bazense çalma yollarıyla getirilmiş durumdalar. Özellikle British Museum gibi müzelerin en can alıcı sergilerinin önemli bir kısmı kolonicilik ve zaptetmek ile ele geçirilmiş eserler.
Çalınan takıların taşlarının da zamanında sömürge edilmiş ülkelerin madenlerinden geldiği hatırlandığında, eserlerinde ne derece Fransa yerlisi oldukları düşüncesi öne çıkmakta.
Bu eserlerin çalınmasını kınayıp, sonrasında batı müzelerinin iadesi istenen eserleri iade etmek bir yana, taleplere cevap bile vermemesi, sadece iki yüzlülükten ibarettir. Müzeler halkaların ve insanların kimlik hafızalarının arşiv binaları ise, her ülkenin geçmişine dair hatıralarına kendi vatanında sahip olma hakkı vardır.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
EDA SARI
Hırsızdan Daha Hırsız
İnsanlık tarihi her ne kadar çoğunluğunda görkemli saraylar, efsanevi savaşlar, kayıp şehirler yada dillere destan hazinelere sahip olmasada, içinden gelen bir hatırlanma ve hatırlatma isteğine çok daha uzun bir süredir sahip olmuştur.
Bunu binlerce yıl önce yaşadıkları mağaralarda çizdikleri resimlerden, yaptıkları en eski ve ilkel heykellerden ve daha nicesinden görebiliyoruz. En eski dönemlerinde bile yaşadıkları dünyayı, geleneklerini ve hayatlarını bir şekilde sanatla ifade etmişler, yaşamlarına dair kalıcı hatıralar bırakmışlardır.
Bu istek henüz mağaralarda yaşayan insanlardan günümüze farklı şekiller, gelenekler almış ama hep devam etmiştir. Medeniyetler kurulduğunda geçmişe yada o zamana ait sanat eserlerini, hazineleri ve hikayeleri toplamak, muhafaza edip korumak çoğu dönemde özellikle halkların zengin ve elit kuşamı tarafından uygulanan ve devam ettirilen bir gelenek olmuştur.
Müzeler ve müzecilik, bu gelenekten ortaya çıkmıştır. Günümüzde belirli bir metodoloji, ayrılan kamu yada özel kaynaklarla desteklenen, genel olarak asıl amacı halka bilgi vermek olan bu dikkatle bakılan mekanlar, yolculuklarına günümüzdeki halleriyle başlamadılar.
Eski Roma’ya kadar geri giden bu gelenekte, zenginler evlerinde çeşitli sanat eserleri toplar, evlerinin kendisi bile adeta bir sanat eseri özeniyle yapılırdı ve en geniş koleksiyonlara sahip olanlar bu sahip oldukları eserler ile çevrelerine hava atarlardı.
Ancak bu halka açık olmayan, çoğunlukla sadece zengin çevrelerin kendi aralarında oluşturduğu ve zevk aldıkları koleksiyonlardı. Tarihte batıdaki halka açık olan müzelerin ilk ortaya çıkmasıda özellikle bu zengin sınıfın koleksiyonlarını daha fazla kişiye göstererek beğeni toplamak istemesi oldukça önemli bir yer tutmuştur.
Halka açık müzelere dair ilk örnek tarihte milattan öncesine gider. Ennigaldi, M.Ö. 530 yılında kurduğu ve idare ettiği müzesi ile tarihte bilinen ilk halka açık müzeye sahiptir. Günümüzdeki modern kamu müzelere en yakın ilk örnek ise 15. yüzyılda kurulmuş olan Kapitolin Müzesi olarak görülmektedir.
Özellikle 18. yüzyıldan itibaren koleksiyonculuk ve halka açık sergilenen koleksiyonlar ile modern müzeciliğin ilk adımları atılmıştır. Her geçen yıl sayıları artmış, ancak günümüzdeki güvenlik ve metodolojisine zamanla ulaşmıştır. Gerçi, bazen ne kadar işe yaradığı sorusu da kendini dönem dönem tekrar ettirmeye devam etmekte.
Fransa’nın ünlü Louvre müzesinin pazar günü uğradığı soygun hala konuşulmaya devam etmekte. Müze bu kadar büyük bir kaybı en son 1911’de ünlü Mona Lisa tablosunun çalındığı zaman yaşamıştı. Louvre haricinde genel olarak, şimdi uygulanan güvenlik ve arşivleme protokollerinin 20. yüzyıl’da haliyle olmadığını göz önüne aldığımızda, Mona Lisa için belki biraz göz yumulabilir. Ancak günümüz şartlarında tüm dünyanın bu olayı bir skandal olarak görmesi çok da abartı değil.
Genel bilgiye göre hırsızlar müzenin tadilat gören bir kanadını hedef seçtiler ve bu sayede ekipman ve planlarını ayarladılar. Bütün soygunun genel olarak 7 dakikadan az bir sürede tamamlandığını ve müzenin o sırada ziyarete açık olduğunu denkleme eklediğimizde, müzenin gayet gafil avlandığı bir anda olayın gerçekleştiğini görmekteyiz.
Çalınan eserlerin çoğu Napolyon ve onun yanında belirli dönemlerde hüküm sürmüş eşlerine ait takılar. Spekülasyonlar bu eserlerin çok ünlü olduklarından dolayı muhtemelen üzerlerindeki değerli taşların karaborsada parçalanıp satılacağı yönünde.
Müzelerin günümüzdeki en önemli iki görevi hem insanlığın bütününe, hemde müzenin bulunduğu yerdeki halkın milli kimliğine dair bilgiler vermek, milli bir bütünlük oluşturmakta rol oynamaktır. Her ne kadar Fransa’nın monarşilere dair fikri bariz olsada, bu müze genel olarak halkın gurur duyduğu bir mekandı ve içindekilerde ülke tarihinin de bir parçasıydı.
Bu nedenle hırsızlığa genel olarak bir üzüntü havası hakim olsada, bazı sesler başka bir noktayla öne çıkıyor: ‘Çalınanlar da zaten oraya çalınarak gelmişti.’
Batıdaki çoğu büyük müze, insanlık tarihine dair çok çeşitli eserleri arşiv ve sergilerinde bulundurmakta. Bu koleksiyonların önemli bir bölümü dünyanın çok farklı bölgelerinden Avrupa ve Amerika’ya bazen satın alma bazense çalma yollarıyla getirilmiş durumdalar. Özellikle British Museum gibi müzelerin en can alıcı sergilerinin önemli bir kısmı kolonicilik ve zaptetmek ile ele geçirilmiş eserler.
Çalınan takıların taşlarının da zamanında sömürge edilmiş ülkelerin madenlerinden geldiği hatırlandığında, eserlerinde ne derece Fransa yerlisi oldukları düşüncesi öne çıkmakta.
Bu eserlerin çalınmasını kınayıp, sonrasında batı müzelerinin iadesi istenen eserleri iade etmek bir yana, taleplere cevap bile vermemesi, sadece iki yüzlülükten ibarettir. Müzeler halkaların ve insanların kimlik hafızalarının arşiv binaları ise, her ülkenin geçmişine dair hatıralarına kendi vatanında sahip olma hakkı vardır.